DERT BEN DE, DERMAN BEN DE
21. Yüzyılın ortalarına doğru ilerliyoruz. Dünya nüfusu, 7 Milyar 750 Milyon, Türkiye nüfusu 82 Milyon, Kocaeli 1.9 Milyon olmuş. Gölcük’ün nüfusu ise neredeyse 180 bin sınırına dayandı. Ülkelerin, şehirlerin nüfusu artarken buna bağlı sorunlarımızın da hızla arttığını görüyoruz. Sorun, sadece giderek kalabalıklaşan yeryüzü değil ki; küreselleşmenin getirdiği ve baş etmekte oldukça zorlandığımız önemli problemlerle de karşı karşıyayız.
Bugüne kadar dillere pelesenk olmuş küreselleşmenin içini, içeriğini herkes kendine göre doldurdu. Balıklar diğer balıklardan bahsederken şöyle derlermiş: “Öyle balıklar varmış ki, uçsuz bucaksız deryanın sularında yüzermiş.” Bunu böyle derken kendilerinin aynı deryanın içinde olduğunu bilmezlermiş. Bizimkisi de o hesap. Yaşanan küresel sorunlar var derken, kendi yaşadığımız sorunların farkında olamıyoruz. Esasen küreselleşmeden ne anladıklarına kulak verdiklerimizin her anlattığı insanı endişeye sevk ediyor. Bu endişeye duyarlı gruplar, “Küresel Karşıtlığı” cephesi oluşturdular; IMF, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası, G-8 toplantılarının olduğu kentlerde yaptıkları gösterilerle, protestolarla ortalığı yakıp yıkıyorlar. Cenova’nın altını üstüne getirdiklerini hatırlayın. Onları TV’lerde seyrederken bizler de deryadaki balıklar gibi düşünüyor, küresel sorunlar varmış diyoruz.
Bir kere küreselleşmenin getirdiği sosyal, ekonomik ve kültürel sorunların, oluşturduğu toplumsal tortuların, hepimizi derinden etkilediğini unutmamalıyız.
Bir taraftan insan nüfusu artarken, diğer taraftan dünya küçük bir köye dönüşmektedir. Ulaşım ve haberleşme hızımız artmış. Anında telekonferansla her hangi bir yerdeki toplantıya katılabiliyoruz. Bir tuşa bastığınızda paranıza dünyayı dolaştırıyor, istediğiniz malı istediğiniz yerden alıp, istediğiniz yere gönderebiliyorsunuz. Daha rekabetçi bir ortamda daha kaliteli ürünlerle rekabet etme mecburiyetiniz doğuyor. Her türlü bilgiye ulaşmanız bile mümkün olurken; saklı gizli pek bir şeyin kalmadığı da malumaliniz. Robotlar çalışıyor insan gücüne talep giderek azalıyor, sanayi artıkları doğayı kirletiyor, bazı meyve ve sebzeler, bazı fabrikaların bulunduğu yerde yetişmiyor. Daha da önemlisi, söz gelimi A türden fabrikaların olduğu bölgelerde B türden kanser ve diğer hastalıklarda patlama oluyor. Evinize bir kablo ile istediğiniz, istemediğiniz her şey giriyor. Bitki tohumları değişiyor, haşaratlarla, ürüne musallat olmuş böceklerle mücadelenize uygun tarım ilaçları pazarlanıyor. Yeni yeni meslekler ortaya çıkıyor; algı yönetimi önem kazanıyor. İşsizlik artıyor. Hayat zorlaşıyor, pasta küçülüyor, pastadan pay alacakların sayısı artıyor. Terör çok önemli tehditler arasında yer alıyor. Bu olumsuz görüntülerin ortamında doğal olarak da mutsuz ve tatminsiz insan sayısı artıyor. Açlık ve yoksulluk önemli; ama gelişmiş bölgelerde yaşayanlardaki para yoksulluğunun artması da en az onlar kadar önemli sayılıyor. Enerji kaynakları azalıyor. Sanal para kullanımı artıyor. İklim değişiklikleri, çevresel sorunlarda artış, bulaşıcı hastalıklar, adı konulmadık savaşlar gibi daha bir çok konu ve sorunlardan bahsederken, halk katmanlarında ve bireylerde yarattığı travma orta yerde duruyor.
Bu sorunların çözümünde: çoklu ortaklıklar, işbirliği ve ortak akıl gibi kavramların hayata geçirilmesi vazgeçilmez bir yöntemdir. Küresel ısınmaya, ozon tabakasının incelmesi ya da delinmesi neden oluyorsa, ozon tabakası sera gazları salınması ile zarar görüyorsa, alınacak tedbirlerin topyekûn işbirliği ile yararı olacaktır. “KYOTO” anlaşması gibi ortak bir akıl belgesini bütün ülkeler imzalamalıdır. ABD gibi sanayi ve yüksek teknolojik gelişmelerinde önde ülkeler ve “Ben biraz daha sanayi ürünlerinden gelirlerimi artırana kadar “KLORO FLORO KARBON” gazlarını atmosfere salmam lazım” diyerek “Ben imzalamıyorum” dememelidir.
Sınırların kalktığı bir dünyada yaşıyoruz. Bizdeki sel suları komşu ülkeyi, komşudaki radyasyon sızıntısı bizi etkiliyorsa, birlikte oturup çözüm yolları aramamızdan başka çare yok, demektir.
Özetle şöyle diyebiliriz: Devletlerin müstakil ya da küresel ortaklık şeklinde yürüteceği, yapacağı işler var. Uluslararası toplumun alacağı bağlayıcı kararlar var. Sivil toplumun yapacağı işler var. Burada sivil toplumun gücünün çok önemli olduğunu biliyoruz. Gerek baskı oluşturarak, gerek hazırladıkları raporlarla konunun hassasiyetine dikkat çekerek, gerekse kamuoyu oluşturarak farkındalığı yaratma gücü var. STK’ları gelişmiş ülkelerde gönüllü çalışmalarla küreselleşmenin insan üzerindeki etkisini en aza indirici önemli çalışmalar yürütüyorlar. Toplumlar öteden beri kendi dertlerine, kendi çözüm yollarını üretme çabasında olmuşlardır. Örnek olarak:
Osmanlı döneminde o günün şartlarında insanların yaşadığı sorunların çözümü için güçlü ve çok aktif vakıflar kurulmuştur. Yakın zamanda Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı listeye şöyle bir bakalım:
Güzel Yazı Öğretme Vakfı,
Sokak Hayvanlarına Ekmek Verme Vakfı,
Hastalara Evinde Bakma Vakfı,
Kızlara Çeyiz Hazırlama Vakfı,
Duvar Yazılarını Silme Vakfı,
Kadın Sığınma Evi Vakfı,
Sıcak Pide Dağıtma Vakfı,
Yaz Günlerinde Soğuk Su Dağıtma Vakfı,
Kışın Abdest Alanlara Sıcak Su Temin Etme Vakfı,
Sıcakta Sebillere Kar Koyma Vakfı,
Yol Güvenliğini Sağlama Vakfı,
Helalleşme Vakfı,
İlkokul Hocalarına Tütünü Yasaklama Vakfı,
Yoksul Mahkûmlara Harçlık Verme Vakfı,
Güvercin hane Yaptırma Vakfı,
Leylekleri Koruma Vakfı,
Dara Düşenlerin Vergisini Ödeme Vakfı,
İflas Eden Tüccarlara Yardım Vakfı,
İlmi Kitapları Bağışlama Vakfı,
Şehit ve Sahabe Türbelerini Tamir Etme Vakfı,
Şehir Estetiğini Koruma Vakfı,
Hayvanlara Mera Açma Vakfı.
Beş yüz yıl önce bu topraklar üzerinde duyarlı insanların kurduğu vakıflar sayesinde, insanların sorunları ile baş ediyormuş. Toplum, “Dert varsa, derman olalım” diyormuş. Aynı vücudun “İMMÜN” sistemi gibi. Nasıl ki, vücut direnci ve vücudun savunma sistemi sağlam olan insana sağlıklı diyorsak; toplum direnci ve duyarlılığı yeterli düzeyde olan ülkeler, o ülkelerin vatandaşları da olumsuzluklardan, tehdit edici faktörlerden korunaklı olur, diyebiliyoruz.
Bir diğer adı Demokratik Kitle Örgütleri olan STK’larımız, önce kendi içlerinde kira, elektrik, su ve katılım gibi sorunlarını çözerler, tabela STK’sı olmaktan çıkarlar, üyeleri gönüllü çalışmaya başlarlarsa ve özellikle siyasetten uzak durup dernek tüzüğünde yazılı faaliyetler üzerinde çalışmalarını yürütürlerse, işte o zaman “birçok sorunun çözümüne uzlaşma kültürü kapsamında katkı sağlamış olurlar” deriz.